20 Kasım 2007 Salı

Eski ÜSKÜP'ÜM!!!!



Anlatılmaz Yaşanır!!!
İzleyin Bakalım....

19 Kasım 2007 Pazartesi

Bourne Ultimatum



Yabancı dvd çok fazla seyrederim ama müziklerini genelde pek beğenmem. Bourne Idendity, Supremacy ve ultimatum serilerini seyrettim açık söylemek gerekirse MATT DAMON gerçekten başarılı bir oyuncu. Emin değilim sanırım filmin ilk iki serisinde aynı şarkı vardı ama BU sefer yeni versiyonu bir harika. Şarkıyı Dinlemenizi ve özellikle ilk seriden başlayarak bütün bölümlerini seyretmenizi şiddetle tavsiye ediyorum :) Filmin karelerinden oluşan o muhteşem şarkıyı dinleteyim size. Besteci, orkestra şefi ve müzik yapımcısı olan John Powell'ın eseri olan şarkı çok ses getirdi. Bu seri dışında Robots, The Italian Job, Mr. and Mrs. Smith, Shrek, Chicken Run (co-composed withHarry Gregson-Williams),Endurance, Ice Age: The Meltdown ve Face/Off filimlerinin müziklerini de yaptı. Keyifle izleyin...

1 Kasım 2007 Perşembe

BU YAZIYA DA DİKKAT

Osmanlı, Rumeli'yi cephede değil masa başında kaybetti

Türkiye sınır ötesi operasyonu tartışıyor. Bazı çevreler "ABD'yi, AB'yi karşımıza almayalım; sorunu masada çözmeye çalışalım" diyor. Tarih tekerrür mü ediyor? Çünkü benzer olayları Osmanlı Devleti de yaşadı.
Bulgar, Yunan, Sırp çetelerine karşı Avcı Taburları'yla başarılı bir mücadele veren Osmanlı, Avrupa ülkelerini karşısına almamak için Balkan topraklarını birer birer masada kaybetti.

NE bu sayfada ne de kitaplarımda yorum analiz yapmamaya gayret ederim. Olguların-haberlerin ve tarihsel olayların daha öğretici olduğunu düşünürüm. Ama bazen...

Bazen insan soğukkanlılığını kaybediyor. Bazı köşe yazarlarının bu toprakların tarihini, kalemi ellerine aldıkları dönemle başlatmaları artık dayanılmaz boyuta geldi. Neredeyse herkes Türk Silahlı Kuvvetleri'ne "akıl" veriyor:

"Barzani güçleri artık düzenli orduya geçti, aman dikkat!"

"Kuzey Irak'a girdiğimizde ABD ordusu karşımıza çıkarsa ne yapacağımızı hesap etmeliyiz!"

"Askeri operasyondan önce meseleyi masada çözmeye çalışmalıyız!"

'VMRO' ADINI DUYDUNUZ MU

Bütün mesele tarihi gerçeklerin pek bilinmemesinden kaynaklanıyor aslında. Bilmiyorlar; Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin, terör örgütlerine karşı verilen mücadeleyle eşzamanlı olduğunu. Bu arkadaşlar Abdullah Öcalan adını biliyor. Peki:

Yunanlı Emanuil Ksantos, Nikolaos Sfukos, Anastasyas Çakalof adını duydular mı?

Bulgar Boris Sarafov, Saissij Hilandersky, Sofronij Vraçansky ya da Sırp Miloş Obradoviş ve Damien Gruev ismini hiç işittiler mi?

Balkanlar'ın en etkili terör örgütleri VMRO ve IMRO'dan haberdarlar mı?

Balkanlar'da fitili ateşleyen Konstantin Fotinov'un hem de İzmir'de çıkardığı "Lyubaslovie" adlı yayın organını biliyorlar mı?

Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Romanya'nın (Eflak-Boğdan) nasıl kaybedildiği hakkında bilgi sahibi midirler? Sanmam. Peki:

Unutun yukarıdaki isimleri, çeteleri, yayın organlarını; bugün bazılarının AB üyesi olduğu bu ülkelerin Osmanlı'dan nasıl koptuğunu kısaca anlatmak istiyorum. Bugüne benzerliklerini siz bulun lütfen!

OYUN HEP AYNI

Taktik hep aynıydı:

Önce çeteler kurup isyan başlattılar. Mehmetçik çetelere dünyayı dar edince, "Aman koşun yardım edin, barbar Türkler katliam yapıyor" diye Avrupa'yı ayağa kaldırdılar.

Öyle ya bu insan hakları meselesiydi ve Avrupa bu konuda çok "duyarlıydı". Hemen olaya el koydular. Arka bahçelerini kaybetmek istemiyorlardı. Tabii "el koyma" diplomatik yollardan oluyordu!

Masalar kuruluyor ve diplomatik görüşmeler başlıyordu. İşte mihenk noktası bu masaydı.

Osmanlı masaya oturunca çaresiz kalıveriyordu. Nasıl olmasın, borç batağındaydı. Masada ne kadar kararlı gözükse de isteklerini pek yaptıramıyordu.

TÜRK SOYKIRIMI

Osmanlı Devleti masadan hep reform yapma sözüyle kalkıyordu. Devamlı da reformlar yaptı; Balkan tebaasına her türlü hürriyeti verdi.

Yetmedi.

Ardından özerk prenslikler, imtiyazlı bölge statüleri tanıdı. Yetmedi. Onlar hep daha çok istediler. Bağımsız devlet oldular; yine yetmedi. Bu kez daha çok toprak istediler. Bazen kendilerine güvenip Osmanlı'ya savaş açtılar.

Osmanlı işte o zaman rahatlıyordu; masadan kurtulmuştu. Yunan ordusunu da, Sırp ordusunu da cephede perişan etti. Ama sonuç alabildi mi? Hayır. Her seferinde düvel-i muazzama olaya "el koydu".

Osmanlı yine masaya oturtuldu. Ve o diplomasi masasında sürekli kaybetti. Osmanlı kaybettikçe çeteler azgınlaştı. Oyun tekrar tekrar sahneye kondu.

Mehmetçik yine çeteleri dağıttı; çetelerin Avrupa'daki uzantıları, "Aman yetişin barbar Türkler Hıristiyanları kesiyor" diye ortalığı ayağa kaldırdı.

İnanması zor ama bu oyun her seferinde etkili oldu. Osmanlı şaşkındı. Haklıydı. Ama anlatamıyordu. Sonuçta Balkanlar'ın güvenlik meselesini bile Avrupalılara bıraktı! Sorun çözüldü mü? Hayır.

Bu kez meselenin parlamentoda çözüleceği söylendi. Osmanlı, Yane Sandanski'den İsa Bolatin'e kadar çete liderlerini Osmanlı Meclis-i Mebusan'a taşıdı. Olmadı.

Ne yapsa ne etse yaranamadı Osmanlı.

Aslında bilmediği/görmediği bir gerçek vardı; mesele başkaydı. Mesele, Türklerin Avrupa'dan çıkarılmasıydı. Öyle olmasa, Balkanlar'da 4.5 milyon Türk öldürülürken insan hakları savunucusu Avrupalıların sesi çıkmaz mıydı?

Oysa uygar Batı kılını bile kıpırdatmadı.

Dün böyleydi; bugün farklı mı? Batı'nın elinde dün olduğu gibi bugün de kendi çizdiği bir harita var ve onu gerçekleştirmek için uğraşıyor.

Demokrasi, özgürlük, insan hakları Batı için aslında sadece laf-ü güzaftır.

Biz bu filmi gördük.

BAĞIMSIZ BATI TRAKYA CUMHURİYETİ

BALKAN Savaşları'nda Osmanlı'nın bozguna uğraması, ülke içindeki dengeleri de değiştirdi. İttihatçılar darbe yaparak iktidarı aldı. Ve kısa zamanda darmadağın olan orduyu savaşacak hale getirdi.

Osmanlı Ordusu 30 Haziran 1913'te Batı Trakya'ya doğru harekete geçti. Keşan, İpsala, Uzunköprü ve Edirne bir hafta içinde geri alındı. Ama ne yazık ki ordu hemen durduruldu. Cephede değil masada durduruldu.

Düvel-i muazzama elçileri Sadrazam Said Halim Paşa'ya koşmuşlar; Osmanlı'nın Londra Antlaşması'nın tek taraflı bozduğunu ve hemen "işgal" ettiği topraklardan çıkmasını söyleyerek, sözlü nota vermişlerdi.

Müzakereler sürerken Enver Paşa, 16 subay ve 100 Mehmetçik'ten oluşan müfrezeyi Bulgar zulmü altındaki Batı Trakya içlerine gönderdi. Kuşçubaşı Eşref komutasındaki müfreze, Edirne'den yola çıkıp Ortaköy'e geldiğinde, 1200 kişilik Bulgar çetesi tarafından vahşice katledilen 400 Türk köylüsünün cesediyle karşılaştı.

Bir gün sonra katliamcı Bulgar çetesi bulundu; darmadağın edildi; 5'i subay 95 kişi esir alındı. 1200 silaha el konuldu. Türk müfrezesi önüne ne gelirse ezip geçti; şiddetli çatışmalardan sonra Mestanlı ve Kırcaali ele geçirildi. Yedi düvelin baskısından bunalan İstanbul Hükümeti, Bulgar cephesindeki Enver Paşa'ya birliklerin çekilmesi emrini verdi.

Enver Paşa emri dinlemedi. Kuşçubaşı Eşref'in yanına Süleyman Askeri Bey komutasında bir birlik daha gönderdi. Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri güçlerini birleştirip Gümülcine ile İskeçe'yi aldılar. Meriç boyunu Bulgarlardan tamamen temizlediler.

İki Türk birliği destan yazıyordu. Düvel-i muazzama ise yıkıyordu ortalığı. Sonunda Enver Paşa da, Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri'ye "durun" demek zorunda bırakıldı.

Durmak yeterli değildi; Avrupalılar Türklerin "işgal" ettiği yerleri hemen boşaltılmasını istiyordu. İşte burada devreye Türk'ün zekásı girdi. Batı Trakya'yı ele geçiren Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri Bey dünyaya bir açıklama yaptılar: "Bizim Osmanlı ile hiçbir ilgimiz yoktur!"

Ve ardından "Garbi Trakya Müstakil Hükümeti"nin kurulduğunu duyurdular.

İLK TÜRK CUMHURİYETİ

12 Eylül 1913 tarihinde kurulan bağımsız Türk devletinin yönetim şekli neydi biliyor musunuz; Cumhuriyet!

Devlet Başkanı Süleyman Askeri Bey'di. Genelkurmay Başkanı ise Kuşçubaşı Eşref. Yeni Türk devletinin başşehri Gümülcine'ydi. Bayrağı; ay yıldızlı, yeşil-beyaz-siyah renklerden oluşuyordu. Sözlerini bizzat Süleyman Askeri'nin yazdığı milli marşları bile vardı.

Posta teşkilatı kurup pul bastırdılar. Pasaport sistemi oluşturdular. Öyle herkes elini koluna sallaya sallaya gelemeyecekti yani!

Dünyayla haberleşmek için Batı Trakya Haber Ajansı'nı kurdular. "Özgür" adı verilen resmi gazete ile "Independant" adlı Türkçe-Fransızca gazete çıkarmaya başladılar.

Kısa zamanda 30 bin kişilik ordu oluşturdular. Amaç asker sayısını kısa zamanda 60 bine çıkarmaktı. Öte yandan:

Başta Rusya olmak üzere düvel-i muazzama, eğer bağımsız Türk devleti kendini lağvetmezse Osmanlı'nın doğusunda bağımsız Ermenistan kurdurulacağı tehdidini savurmaya başladı. (Ne rastlantı (!) değil mi, bugün de ellerinde yine Ermeni tasarısı var.)

Sonuçta, Osmanlı Hükümeti zorla masaya oturtuldu ve İstanbul Antlaşması, "Garbi Trakya Müstakil Hükümeti"nin sonu oldu.

Yeni cumhuriyetin ömrü ancak 55 gün sürebildi. Osmanlı yine diplomasi masasında kaybetmişti. Ayrılık günü, Batı Trakya'da kalanlar da gidenler de gözyaşlarına boğuldu. Son kez hükümet konağı önünde toplu bir fotoğraf çektirildi.

Bugün bazılarımız ne diyor; "Aman masaya oturalım!"

İbret alınsaydı tarih hiç tekerrür eder miydi?..

Mehmetçik 150 yıldır gerilla savaşı yapıyor
BUGÜN teröristlere karşı mücadele veren Özel Kuvvetler Komutanlığı'na bağlı özel harpçileri biliyorsunuzdur.

Peki, Avcı Taburları adını duydunuz mu? Çoğumuz bilmez.

Türk Ordusu'nun 25 yıldır gayri nizami harp yaptığı yazılıyor/söyleniyor. Oysa Mehmetçik bu savaşı 150 yıldır yapıyor.

Bu savaşı başlatan Avcı Taburları'dır.

Ondan doğan örgütün adı Teşkilat-ı Mahsusa'dır. Bu teşkilatın mirasını devralan ise özel harpçilerdir.

Osmanlı'nın ilk özel harp teşkilatı olarak Avcı Taburları'nı gösterebiliriz. Çetelere karşı düzenli orduyla karşılık veremeyeceğini anlayan Osmanlı bu nedenle, tıpkı çeteler gibi dağlarda yaşayan Avcı Taburları'nı organize etti.

Avcı Taburları, Rumeli'deki 3'üncü Ordu Komutanlığı'na bağlı kurulmuştu. Bunlar sorumlu oldukları bölgede devamlı hareket halindeydiler. Çeteler hangi yöntemleri kullanıyorsa onlar da aynısını yapıyorlardı. Bu gerilla taburunda genellikle Harp Okulu'ndan mezun olmuş mektepli subaylar görev yapıyordu. Bunun ayrıca özel bir nedeni vardı:

II. Abdülhamid, mektepli subayların İstanbul'da görev yapmasını istemiyordu. "Darbe yaparlar" diye çekiniyordu. Bu nedenle İstanbul'daki Hassa Ordusu'nda (1. Ordu) sadece, Padişah'a bağlı kapıkulu zihniyetindeki eğitimsiz alaylı askerleri tutuyordu.

Avcı Taburları komutanları arasında kimler yoktu ki: Enver, Cemal, Yakup Cemil, Eyüp Sabri, Resneli Niyazi, Cafer Tayyar, Yenibahçeli Şükrü, Mülazım Atıf, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref, Filibeli Halim, Kazım Özalp, Kazım Karabekir ve daha niceleri...

Bu subayların çetelerle mücadelesi pek kolay olmadı. Harp Okulu'nda cephe savaşlarını öğrenmişlerdi; silahları kara tahtaya çizerek! Çünkü okulda silahların bulunması, ateş edilmesi Sultan'ın emriyle yasaktı! Bu şartlar altında mezun olan subaylar kendilerini Balkanlar'ın o zor coğrafi şartlarında ateş çemberi içinde buldular. Yine de hiç yılmadılar.

Giritli Kaptan Skalidis, Bulgar Petso, Rum Pirlepe, Arnavut Istaryalı Kamil, "Vardar Güneşi" adı verilen Apostol gibi onlarca çeteyi yok eden bu Avcı Taburları'ydı.

Avcı Taburları kısa zamanda gerilla savaşını öğrenmişti. Ama...

Ama yine karşılarında yedi düvel vardı.

Örneğin: Çetelerin silah depoları kiliseler ve papaz-rahip evleriydi. Osmanlı zabitleri aramak için buralara girdiklerinde çete taraftarları feryat ediyordu: "Kilisemizi yakıyorlar!" Sanki Osmanlı 600 yıl kiliseyle barışık olmamış gibi.

Yazdığımız gibi Avcı Taburları'nın kuruluş nedeni Yunan, Bulgar, Sırp vb. çetelere karşı mücadele vermekti. Bu çeteler başta Osmanlı zabitleri olmak üzere karakollara, köylere, yolcu gemilerine, demiryollarına, köprülere saldırılar düzenliyorlardı.

Akla gelecek her yöntemle suikast yapıyorlardı. Olayın trajikomik yanı, bu saldırılardan Avrupalılar zarar görürse onların maddi zararlarını da Osmanlı karşılıyordu. Çeteler bunu bildikleri için yabancı görevlileri kaçırıp fidye istiyorlardı.

Örneğin, Fransız maden müdürü Chevalier için 15 bin; İngiliz rahibe Mrs. Stene için 16 bin altınlık fidye parasını da Osmanlı ödemişti!

Bu arada Avcı Taburları'ndaki subaylar 250 kuruşluk maaşlarını bile alamıyorlardı! Neyse...

Avcı Taburları'nın çetelere karşı mücadelesinde de karşılarındaki güç Batı'ydı.

Örneğin, eli kanlı çete üyesini yakalayıp cezaevlerine koyuyorlardı. Ancak belli bir süre sonra Avrupa'nın baskısıyla bunlara af çıkıyordu. Salıverilen soluğu tekrar dağda alıyordu!

Yani: Başta Ruslar olmak üzere Avrupalılar, Türk askerinin moralini bozmak için ellerinden geleni yapıyordu.

Manastır'daki Rus Konsolosu Rostkovkiy kendisine selam durmadığı için bir Türk askerini kırbaçlayacak; Mehmetçik bu saldırıya dayanamayıp konsolosu öldürecekti.

Aslında Mehmetçik nefsi müdafaa yapmıştı ama Divanı Harp'te hemen idam edilivermişti; hem de olaya hiç karışmamış nöbetçi arkadaşıyla birlikte.

Osmanlı'da milliyetçilik/ulusalcılık nasıl doğdu sanıyorsunuz? Sonuç olarak, Osmanlı Avcı Taburları Rumeli Dağları'nda gerilla savaşını öğrendiler. Öyle iyi öğrendiler ki, mirası devralan Teşkilat-ı Mahsusa, I. Dünya Savaşı'nda düşmanları yıldıracak eylemler yaptı.

İşte kökü Avı Taburları'na ve Teşkilat-ı Mahsusa'ya dayanan özel harpçiler bugün kararlılıkla teröre karşı mücadele vermektedir.

Yani, söylendiği/yazıldığı gibi Türk Silahlı Kuvvetleri gerilla savaşını yeni öğrenmemiştir.
Soner Yalçın / 28 Ekim 2007 Hürriyet Gazetesi

BU YAZIYA DİKKAT !

YAKINDA MİGROSLAR WALL MART OLURSA WAL MART LA TANIŞACAK OLANLAR ..
Bilgilenmekte fayda var diye dusundum...kim bilir bize nasıl güzel tanıtılacak?..
Uzunca bir yazi ama enteresan ve fikir sahibi olmakta fayda var

Walmart canavarı son rakamlara göre 256 milyar dolar cirosu olan dev bir market zinciridir. Türkiye'nin koskoca bir ülke olarak toplam gayrisafi milli hasılasının 250 milyar dolar olduğunu düşünürseniz
WalMarta şirket değil,şirket süsü verilmiş devlet dememiz gerektiğini anlarsınız.
Bu koca devin kurucusu gerçektende tarihin gördüğü en kurnaz ve hırslı işadamlarından biri olan Sam Walton. 1962 senesinde mahalle bakkalı benzeri ufacık bir dükkandan bugünkü haline getirdiği WalMartın keyfini o da süremedi ve 1992 senesinde ardında Karun kadar zengin dört çocuk bırakarak herkes gibi bir kefenle dünyayı terk etti. Bugün şirketi profesyonel yöneticiler idare ederken Walton ailesinin üyeleri de 17 sülâlelerine yetecek parayı yemek tüm zamanlarını aldığı için pek ortada gözükmüyorlar.
Sam Waltonun başarısın ardındaki sır şudur. Sam Walton ikinci dünya savaşında Amerikan askeri istihbaratında subaydı ve Yüzbaşı rütbesine kadar görev yaptı. Bu dönemdeki görevi binlerce savaş esirinin tutulduğu dev toplama kamplarındaydı .
Sam Walton bu dönemde kapitalizmin bir sırrına vakıf oldu ve insanların çoğunluğunun güç ve korku karşısında nasıl beyinsiz koyunlara dönüşebildiğini bu esir kamplarındaki görevinde bizzat deneyerek öğrendi ve burada edindiği yaşam felsefesini hayatının geri
kalanında uyguladı.
Bugün WalMart şirketi de kurucularının izinden gitmektedir.
Şimdi gelin esir kamplarından edinilen bu felsefe WalMarta nasıl yansımış inceleyelim. WalMartın şirket parolası 'Always low Prices'dır yani 'Her zaman düşük fiyatlar' Peki ilk bakışta biz tüketiciler için
güzel gibi gözüken bu düşük fiyatları nasıl sağlıyorlar. Öncelikle WalMart şirketi bir yere girip dükkanını açtı mı ilk olarak elinden geleni ardına koymayarak tüm rakiplerini yok eder. Bakın rakiplerini geçer
demiyorum onları tam anlamıyla yok eder.
Sadece son on yılda Amerika'da Walmart tam 25 süper market zincirini yok etti ve bu hesaba dahil olmayan yüzlerce küçük ve orta boy esnafı tamamen buharlaştırdı. WalMart rekabete inanmaz tek inandığı ister ufak bir bakkal,ister orta boy bir market yada kendisi gibi koca bir süper market zinciri olsun bayrağını diktiği yerdeki tüm rakiplerini yok etmektir.
Yani Walmartın en ucuz market olması etrafında kendisinden ucuz fiyat verebilecek herhangi bir şirketi ayakta bırakmamasından ileri gelir.Bu birinci sebebti.
İkinci olarak WalMart şirketi devasa boyutlara sahip ve büyük miktarda parasal gücü olduğu için girdiği ülkedeki toptancıların hepsini ele geçirir. İlk olarak rakiplerinden daha fazla parayı peşin olarak vererek piyasadaki tüm toptancıları kendilerine bağlar. Çek senetle çalışmaya alışmış toptancı ve üreticiler bir anda kendilerine nakit olarak,zamanı nda verilen büyük çapta siparişleri görünce hepside göbek atarak Wal Martla çalışmaya başlarlar ama bu bir tuzaktır. WalMartın bu güzel tavırları rakiplerini yokedene veya kendisiyle rekabet edemez duruma düşürene kadar sürer.
Bu aşama geçildikten sonra WalMart toptancıların eline yeni bir anlaşma tutuşturur. Buna göre istediği ürünler kendisine istediği zaman ve istediği fiyattan verilmezse anlaşmasını tek taraflı
feshedebileceğ ini yazar. Garibim toptancılar kendilerini tümüyle WalMarta bağladıkları ve eski müşterilerini kaybettikleri için kendilerine ne söylenirse kuzu kuzu kabul ederler.
Bir süre sonra WalMart o kadar düşük teklifler vermeye başlarki toptancılar neredeyse maliyetine WalMarta çalışmaya başlarlar.
Walmartın bir diğer özelliğiyse çalışanlarını tam bir kölecilik mantığıyla çalıştırmasıdır. Walmart dünyadaki hiçbir işyerinde sendikalı işçilere izin vermez. Düşük fiyattan çalıştıracağı sendikasız
işçiler bulamazsa bu sefer ihtiyacı olan hizmetleri kendisi fason olarak dışarıdan getirtir.
Walmartın Çin'de,Bangladeş te,Latin Amerika'da kurduğu ve çocuk yaşta köle işçilerin neredeyse bedava üretim yaptığı pek çok tesisi vardır.
Amerika'da bile ülkeye kaçak giren göçmenler WalMartın onları ölü eşek fiyatına işe alacağını bilirler. WalMart aynı zamanda bayan çalışanları da pek sevmez.
Özellikle bayan çalışanların yükselmemesi için mağazalarındaki bayan yönetici stajyerleri kırk kiloluk köpek mamaları veya koca koca içecek kasalarının hamallığını yapmaya zorlayarak onları bezdirir ve ayrılmalarını sağlar. Ayrıca WalMart girdiği her ülkede özellikle kaçak işçilerle çalışmayı bir alışkanlık haline getirmiştir.
İşte tüm bu sebepler dolayısıyla bir yere Wal Mart girdimi bir süre sonra iflaslar,işsizlik ve tekelleşmede başlar. Amerika gibi bize göre nispeten oturmuş bir ülkede bile bunlar oluyorsa WalMartın Türkiye'de ne yapacağını kestirmek pek de zor değil. Bu yüzden WalMart kırk yıldır Amerikan orta sınıfında yarattığı nefret sayesinde artık yeni market açamaz hale geldi.
Son olarak Şikagoda açmak istediği bir alışveriş merkezi bölgedeki insanların ve sivil toplum örgütlerinin açtığı kampanyalar ve yoğun protestolar yüzünden iptal edildi. WalMartın az gelişmiş ülkelere yönelmesinin sebeplerinden biride budur.
WalMart kapitalizmin temel kuralı olan sömürdüğünü diğer ortaklarla paylaşma oyununu da iyi oynuyor. Mesela son iki başkanlık seçiminde Cumhuriyetçi parti ve Başkan Busha en büyük maddi destek verenlerden biride petrol şirketleriyle beraber WalMart olmuştur. Bu desteği bugünde sürdüğü gibi Amerikanın Irak işgali ve
emperyalist politikalarına da açıktan destek vermektedir. Buna bir iki somut örnek verelim. Amerikan Dış Savaşlar Gazileri adı verilen ve
Amerikanın emperyalist işgal savaşlarında görev alan askerlerin kurduğu bir vakfa (Foundation to the Veterans of Foreign Wars-VFW) bir milyon dolar bağışlayan WalMart bu vakıfla ortak olarak M.A.C.K kampanyası başlattı.
Buna göre Amerikanın dünyanın her yanına dağılmış 900 bin askerinin her birine Wal Mart tarafından özel hediye paketleri ulaştırılıyor ve aileleri ile konuşabilmeleri için bedava telefon kartları dağıtılıyor bu şekilde morali bozuk Amerikan askerlerine WalMart eliyle destek olunmakta.
Aynı zamanda Amerikan ordusunun yetersiz kaldığı durumlarda WalMart Irak cephesine yüzbinlerce su,iç çamaşırı gibi temel sarf malzemesi hibe etmekte. Bunun dışında WalMartın yüzlerce marketinde açılan mesaj defterlerine binlerce Amerikalı tarafından
yazılan moral mesajları her hafta özel uçaklarla Irak cephesine ulaştırılıyor.
Ayrıca Irakta öldürülen işgal ordusu askerlerinin resimleri yerel WalMartlarda oluşturulan 'Onur Köşeleri'ne asılmakta. (Yeri gelmişken acaba siz kaç marketimizde Güneydoğuda düşen şehitlerimizin resimlerini gördünüz bir düşünün bakalım. İşte elin adamı haksızda olsa davasına böyle sahip.)
Kısacası WalMart şirketi Irak işgalinde açık bir taraftır ve ileride Migros sayesinde Türkiye'de açılırsa sepetini harıl harıl dolduracaklar 'Onur köşelerinde' resimleri asılı duran askerlerin tecavüz ettiği küçük kızları
ve öldürdükleri insanları düşünürse iyi ederler.
Tabii WalMartın iyilikleri bunlarla sınırlı değil. Mesela fakirlere de çok yardım ediyor.Tabi bu fakirlerin ufak bir özellikleri olması lazım.
Yahudi olmaları gerek. 184 milyon dolar yardım yaptıkları 'United Way-Birleşik Yol' isimli yardım teşkilatı Evangelist papazlar ve yahudi hahamların 1887 yılında açtığı bir yardım vakfıdır. Bu vakfın ortağı da 'Yahudi Karşılıksız Kredi' kuruluşu ve o kuruluşta 'Yahudi Federasyonu' isimli orgüte bağlı. Bu kurumlar genelde Doğu Avrupa'dan Amerika'ya veya İsrail'e yeni göç etmiş zor durumdaki Yahudilere karşılıksız para dağıtıyorlar.(Bu arada bizim İslami finans kuruluşları denen yerler size üç kuruş para vermek için ya cemaat kartı yada ipotek isterler ama Yahudiler parayı karşılıksız veriyor, yazık bizim halimize) Bu ilginç kurumun sitesi ' www.jfla.org ' merak edenler bakabilir.
Toparlarsak sevgili dostlar girdiği yeri kurutan ve tekelleşen,Bush hükümetinin can dostu ve Irak işgalinin destekçisi olan Türkiye kadar ciroya sahip WalMart şirketi Koç Holdingin değerli katkılarıyla ülkemize giriyor .